Kapitalist Devlet Nasıl Olur? Güç, Piyasa ve Meşruiyet Üzerine Keskin Bir Okuma
Şunu peşin söyleyeyim: Kapitalist devlet dediğimiz yapı, yalnızca vergi toplayan, yol yapan, polisiye düzen sağlayan bir “nöbetçi” değildir. O, mülkiyet haklarını tanımlayan, sözleşmeleri icra eden, sermaye birikimini mümkün kılan kurumsal zemini kuran ve aynı anda toplumsal rızayı üretmeye çalışan bir aygıttır. Peki bu aygıt, kimin çıkarına, nasıl işler? Piyasanın “doğal” dediği sonuçları kim, hangi yasalar ve kurumlarla mümkün kılar? İşte bugün bu soruların üstüne gidelim.
Devletin İkili Misyonu: Birikim ve Meşruiyet
Kapitalist devleti anlamanın anahtarı, onun iki cepheli misyonunda saklıdır: Bir yanda sermaye birikimi için gerekli hukuk ve güvenlik altyapısını kurmak; öte yanda bu düzenin meşruiyetini üretmek. Marksist devlet kuramında Poulantzas–Miliband tartışması, tam da bu gerilim hattını görünür kılar: Devlet, tekil kapitalistlerin kuklası mıdır, yoksa sınıf ilişkilerini kurumsal düzeyde yeniden üreten göreli özerk bir yapıya mı sahiptir? Tartışmanın ele aldığı şey, devletin “kimin devleti” olduğundan çok, nasıl işlediğidir.
Peki “göreli özerklik” ne demek?
Basitçe: Devlet, her an doğrudan bir şirketin talimatıyla hareket etmez; ancak mülkiyet ve kâr mantığını önceleyen kuralları koyar ve sosyal çatışmaları bu çerçevede yönetir. Böylece tek tek sermayedarlara değil, sermaye birikiminin bütününe hizmet eden bir istikrar inşa eder. Bu istikrar, refah devleti kurumlarıyla yumuşatılmış olabilir; ama çerçeveyi yine piyasa mantığı çizer.
Piyasa, Ahlâk ve Bürokrasi: Meşruiyet Nasıl Kurulur?
Kapitalizmin kültürel-ahlâkî altyapısı olmadan devletin koyduğu kurallar tek başına yetmez. Weberci okuma, çalışkanlık, rasyonellik ve dünyevi başarıyı erdem sayan bir etik ile modern bürokratik devletin birbirini nasıl beslediğini gösterir. Bu bakış, meşruiyetin yalnızca zorla değil, değerler ve kurumlar yoluyla üretildiğini hatırlatır.
Provokatif bir soru:
Bugün “başarı” diye alkışladığımız şeylerin ne kadarı piyasa için faydalı olduğu ölçüsünde değer kazanıyor? Bu değerler değişirse, “başarılı vatandaş”ın ölçüsü de değişir mi?
“Minimal Devlet” Söylemi: Sınır Nerede Çizilir?
Kapitalist devlete yönelik liberal savunular, devletin rolünü mülkiyet hakkını korumak, sözleşmeleri uygulamak ve rekabeti kollamakla sınırlar. Mantık şu: Ekonomik özgürlük olmadan siyasal özgürlük de sürdürülemez; devlet büyüdükçe piyasa daralır ve özgürlükler erozyona uğrar. Bu tez, piyasanın “sivil toplum” dinamiklerini güçlendirdiğini, iktidarı dağıttığını iddia eder.
Fakat buradaki paradoks net: “Minimal devlet” söylemi, kriz anlarında hızla “maksimal kurtarıcı”ya dönüşür; bankacılık çöküşü mü, pandemi mi, enerji şoku mu? Devreye yine kamu gücü girer. Demek ki asıl mesele, devletin var olup olmaması değil; kimin için, neyi, hangi araçlarla yaptığıdır.
Eşitsizlik, Miras ve Refah: Devletin Görünmeyen Şantiyesi
Bir başka sert gerçek: Uzun dönem verileri, sermaye getirilerinin büyüme hızını aştığı dönemlerde servetin tepedekilerde birikmeye meylettiğini, siyasi tercihlerin bu eğilimi güçlendirebildiğini gösteriyor. Bu, salt “piyasanın doğal sonucu” değil; vergi, miras hukuku ve maliye politikası tercihleriyle şekillenen siyasal bir sonuçtur.
Refah devleti neyi çözer, neyi gizler?
Refah devleti, piyasanın yarattığı eşitsizlikleri sosyal harcama ve sigorta mekanizmalarıyla tamponlamayı hedefler; demokrasinin eşitlik iddiası ile piyasanın eşitsizliği arasındaki gerilimi “yönetir”. Ne var ki bu, eşitsizliğin kaynağını ortadan kaldırmaz; onu sürdürülebilir kılacak biçimde yeniden paketler.
Kapitalist Devletin Zayıf Noktaları
- Yakınsak çıkar: Devlet, “genel çıkar” adına karar alırken fiilen kârlılığı ve yatırım güvenliğini önceleyebilir; emek, çevre ve gelecek kuşakların hakları ikinci plana itilir. Bu, hukukun formel eşitliğini korurken maddi eşitsizliği kalıcılaştırır.
- Kriz bağımlılığı: Neoliberal “piyasa önceliği” söylemi, sistemik şoklarda kamu kurtarmalarına dayanır; risk özelleştirilir, zarar toplumsallaştırılır. Bu döngü, meşruiyeti kemirir ve siyasal kutuplaşmayı derinleştirir.
- Miras–servet kapanı: Servet yoğunlaşması hızlandıkça, fırsat eşitliği zayıflar; toplumsal hareketlilik yerini doğuştan gelen avantajlara bırakır. Bu durum, “çalışırsan yükselirsin” vaadini pratikte boşaltır.
Şu soruyu cesurca soralım:
Devletin “tarafsız hakem” olduğu iddiası, servetin kalıtsallaştığı ve krizlerin sosyalize edildiği bir düzende ne kadar ikna edici?
Bir Yol Ayrımı: Kuralları Kim Yazar?
Kapitalist devlet, soyut bir bina değil; kurallar, kurumlar ve gündelik idare pratiklerinin toplamıdır. Bu kurallar, bazen piyasayı özgürleştirir, bazen emeği korur, bazen de ikisini aynı anda yaptığını iddia eder. Ama sonuçları vergi dilimlerinde, miras hukukunda, sendika yasalarında, rekabet otoritelerinde ve sosyal harcamalarda somutlaşır. Tartışmanın kalbi burada atıyor: Kuralları kim, kimin için yazıyor?
Bugün karşı karşıya olduğumuz soru şu: Devlet, piyasayı “her koşulda” koruyan bir bekçi mi olacak; yoksa piyasa dışı değerleri—eşitlik, ekolojik sürdürülebilirlik, kamusal yarar—anayasal düzeyde güvenceye alan bir hakem mi? Meşruiyetini yalnızca büyüme oranlarından değil, toplumsal adalet ve siyasal katılımdan alan bir düzen mümkün mü?
Yanıtı kolay değil; ama bildiğimiz bir şey var: Kapitalist devletin gerçek yüzü, kriz anlarında değil, gündelikte aldığı küçük ama yön verici kararlarda saklı. O kararları izleyin; kimin nefesi genişliyor, kimin payı daralıyor—cevap, “kapitalist devlet nasıl olur?” sorusunun da cevabıdır.